Vuvuzeladan Parke Gıcırtısına

Temmuz 11, 2010, 5:40 pm | Afrika 2010, NBA, Orlando Magic, tolga kategorisinde yayınlandı | 2 Yorum


Birkaç hafta öncesi olacak, İngiltere-Almanya maçını dışarıda, çay bahçesinde izlemek için sözleştik arkadaşımla. Maça yaklaşık bir buçuk saat kala kendimizi, repertuarımda olmayan Pes 2010 oynamak için playstation salonuna attık; haliyle oynadığımız dört beş maçtan ortalama 5 farklı mağlubiyetlerle kalktım. Yenik pehlivan sıfatıyla, sürekli bir maç daha istememden dolayı maçı kaçırma tehlikesiyle apar topar hesabı ödemeden tüydük, şaka tabi ki, dağ başı değil orası, herif çeker vurur yoksa! Tabi, 5 farklı yenilgilerin kızgınlığıyla da, ‘erkeksen nba 2k10’da gel’ demeyi de ihmal etmeyerek, yerlerde sürünen seviyenin içine batırdım. Yaklaşık on dakika geç kalmıştık ki, ilk şoku o an geçirdik: koskoca çay bahçesinde oturacak yer kalmamıştı, şehir dünya kupasına kilitlenmişti. Neyse ki, çay bahçesi sahibi derinliklerden çıkarttığı iki sandalyeyle bizi de çoşkulu güruhun içinde bir yerlere dahil etti. Allah’ın sevgili mi yoksa cehennemin seribaşı kullarından mıyız, bilmiyorum ama, bir dünya kupası tarihçisi abimizin hemen arkasına düştük. Her atak sonrası, bize dönüp, tarihin derinliklerinden o hücum varyasyonuna benzer bir tane çıkarıp duruyor. Tabi abimiz yetmezmiş gibi,bir de Almanya’nın gollerinde kopan gürültüyle dolunca kulaklarımız tarihin farklı bir evrim aşamasında olduğuna kannat getirdik arkadaşımla. Bu arada baktık; abimiz de duracak susacak gibi değil, devre arasında sandalyeleri üçer beşer sıra sola doğru kaydırdık. Ama Almanya durmak bilmiyordu. Almanya attıkça vatandaş daha heyecanlanıyordu. Arkadaşım bir ara bana doğru dönüp, ‘muhtemeldir, iddaacı gruptur bu bağıranlar,’ dedi. Şöyle etrafı göz ucuyla kestim; ‘yok,’ dedim ‘bu başka bir şey,bu bağıran grubun kesinlikle iktidarsızlık sorunu var ,değilse ben böyle bi hastalık görmedim açıkçası, tıbben tanımsız.’

Arkadaşlarımla, bir evde toplanıp, gecenin bir yarısı, bir Nba maçı izlemeyi hayal etmiştim, şükürler olsun, hem de abartarak, bu hayalimi üniversitedeyken gerçekleştirdim ama, şu manzaranın doğabileceği aklımın ucundan geçmezdi; anlaşılan başka bir dünyada yaşamaya başlamışız. 70lerde 80lerde, köylerde elektrik olmadığından, dünya kupalarını avrupa maçlarını izlemek için, geceyarıları, onarlı yirmişerli gruplar halinde inerdi il/ilçe merkezlerine gençler. Bu modern anlamda bir hicrettir aslında: futbol hicreti. Hem de yıldızların cılız ışığında düşe kalka yürünen köy yollarında… O gençler yokluktan kahvehaneleri tıklım tıklım doldururlardı. Cayır cayır yanan elektriğin ortasında, evimizden iki adım uzaklıktaki kahvehanelerde, bahçelerde toplanıp maçlar izliyoruz bu gün. O günler, bütün takımlar gençler için birdi, futbolcuların hepsi siyah beyaz giyinikti ekranda, sadece futbol aşkına kilometreler yürünür, ağrıyan en fazla ayaklar olurdu yürümekten. Bu gün ses, gürültü yoruyor, görüntünün cafcafı yoruyor,aval aval dikiyoruz bakışlarımızı ekrana, ama futbolu sporu anlamakta konuşmakta günler akıp geçtikçe daha da zorlanıyoruz. Bu girdiğimiz hastalıklı bir çağ.

İşte, Almanya’nın gollerine maçı anlatanıyla yorumcusuyla havalara uçulan bu dönemde biz çobansalata olarak aklıselimi bırakmıyoruz ve canımızdan bir parça basketbol için de yaşıyor düşünüyoruz. Dünyanın açlıkla imtihan vermeyen bölümü; tüm iddia programcı yorumcularını işsiz bırakarak, istihdam politikalarını yerle yeksan eden Ahtopot Paul’ün maç öncesi seçeceği kutuya odaklanmışken; biz, çoluk çocuğun ekmek parası için bir yerlerini yırttığı Orlando yaz liginden ilgimizi eksik etmedik. Bu arada dikkatimi çeken ahtopot Paul’ün hep, kendine göre sol kutuyu seçmesi oldu. Bu da akla Ahtopot Paul’un solak olma ihtimalini getiriyor. Neyse, sağolsunlar, Gundy, Doc Rivers gibi isimler de bizi yalnız bırakmadılar, onlar da yaz liginde hazırdılar tribünde, en azından iki kelam edecek adam bulduk o can sıkıcı maçlarda.Yine sağolsun, Michael Jordan da ziyaret ettiler, eksik olmasınlar.Çobansalata olarak bizi daha çok ilgilendiren Magicti; bu nedenle sadece Magic maçlarını izlemeye çalıştım; Semih’in hatrına Boston maçlarına şöyle ufaktan bir iki dakika harcadım, ancak pişman oldum; nitekim bu maçlarda at izi it izine bolca karışıyor, maçlar karmaşık ve ağır. Yaz liginin, yanılmıyorsam, ilk gecesinden sonra Duhon’un şehir kapısından girdiği haberi geldi. O günden sonra Gundy ve benim yüzümden tebessüm eksik olmadı, ikimiz de tüm günümüzü yanımızdakilerine el şakaları yaparak geçirdik, tadını çıkarmaya baktık maçların. Gundy ve ben neden huzurluyduk ve neden bu kadar rahatlamış görünüyorduk ve neden biz? Gundy, o kadar sevinç doluydu ki, hemen Duhon’un numarasını almış bedava mesajlarından çekmeye başlamıştı bile. Gundy’den gözümü ve aklımı ayırdığımda,Duhon takıldı aklıma. Smith’e kızdık ettik, ancak hakkını da verelim adam akıllı düşündüğünde oltaya iyi ve iri balıklar da çekiyor. İki hafta önce başlamıştı C.Paul-Magic yakıştımaları, dedikoduları gazete sayfalarında, internette. Paul yetenekli çocuk, katıldığı grubun basketbol kalitesini artıracak bir çocuk, ama Magic’e gelmesi halinde o 4-5 senede ancak yerleştirdiğimiz tereyağından kıl çeker hücumu, tereyağındaki kılı hayvan gibi kolu daldırarak çıkarılır şekle sokacağı da aklıma geliyor ve inceden sıkıntıya gark ediyordu bu söylenti beni. Haberler her ne kadar Hürriyet-Kelebek eki haberi niteliğindeyse de can sıkıcı işte. Sonuçta, kimine göre, dağ fare doğurdu; ama, kanımca bu sezeryan doğma fare yeni mahallesine kolay uyum sağlayacaktır.Yıllarca protez bacaklarla savunma yapmaya çalışan New York’un en disiplinli, işini ciddiye alan iki oyuncusundan biri kafasına göre bir yere geldi. Geçen seneki aceleye getirildiği aşikar transferlerden dili yanmış Magic, düşünerek tartarak yapacağı hamlelerle- ki ilk hamle gayet yerinde- üç kulvarda birden şampiyonluğa oynayactır/futbol zehirlenmesi. İşin teknik, taktik kısmına sezon başlamaya yakın değineceğim; yani 1-2 oynar mı bu adam, nasıl oynar, Nelson’la süreleri nasıl paylaşırlar gibi. Ama , görünen ve duyduklarımız, Gundy’nın bu oyuncuyu mutlaka işleyeceği yönünde; Duhon da inşallah,geçen sezon kaybettğimiz saha içindeki aklı bir nebze olsun yerine getirecektir; ki, Gandi babanın Duhon’dan azami verimi alacağına şüphem yok. Gundy ve benim yüzümüzde tebessüm bırakan bu hamlenin nedenlerinden biri de; yaz liginde denediğimiz oyun kurucuların, yaramıza bırakın merhemi, vazelin bile olamayacak kadar enteresan adamlar olmalarıydı. Randle’ı denedi ısrarla Pat Ewing ilk maçlarda; hücumda paylaşmayı seven bu arkadaşımız, sevimli de bir adam, enerjik ve olağandışı hareketli ama, mesela, ilk maç İndiana maçıydı, o maçta rakip oyun kurucu(Stephenson) dümdüz etti, karşısında kimse yokmuş gibi oynadı. Son maçlara doğru ise topu Stinson ve Crawford’un eline teslim etti. Özellikle Crawford rahatlıkla skor yapabilen bir arkadaş olmasına rağmen, savunmada her ikisi de, bir Magic klasiği olan rakip oyun kurucuları milli oyuncu yapma potansiyeline sahipler; ve arzuladığımız o aklıda ortaya koyacak oyuncular değiller. Bu şartlar altında kara kara düşünmemiz gerekirken, gelen Duhon haberi Gundy ve bana rahat nefes aldırdı; ‘amaan,başlarım maçına,yemişim guardını’ havasına soktu ikimizi de. Hatta, Gundy, bu gazla, üç dört sıra arkada maçları izleyen Doc Rivers’a, ‘seneye görürüz Rondoyu bizim maçlarda’ şeklinde o bedava mesajlarından atmıştır diye de düşündüm. Birkaç gün sonra, Gundy’i gördüğümde, ‘Baba duydun mu,LeBron Miami’yi seçmiş.Bu sene nasıl durduracağız bu adamları,’ dediğimde,haberin Gundy’nin hiç şeyinde olmadığı açıktı. (Bu arada değinmesem olmaz: LeBron’un kararını bir saatlik bir ESPN programında açıklaması, ve kararını açıklamadan önceki yarattığı ortam ve takınılan tavırlar; güngörmemişliğin ve yozluğun birebir örnekleri olmuştur, basketbol bu dönemi on yıl ya da yirmi yıl sonra utançla karşılayacaktır.) Ne yalan söyleyeyim, ben de tedirgin değilim esasında; bunun da basketbol kısmını ayrıntısını daha sonraki bir yazıya ayıracağım ama şöyle inceden değinelem: televizyonun şöhret etmediği bir oyunu/basketbolu tercih ettiğimiz ve sevdiğimiz için, ne-aslında- aynı zihniyette olanların dedikleri gibi hasetle ve dayanaksızca “o kadar yıldız birarada oynar mı?” diyeceğiz; ne de Cleveland’ı her sene başında sezon-öncesi şampiyon yapan akıl fikir yoksunu adamlar gibi “Miami açık ara şampiyon olur,” diyeceğiz. Bu arada, birkaç cümle önce parantez içindeki düşüncelerime bir örnek daha yaşadık aslında: Hido, Bosh için, onun için en iyi yer burası(yani Toronto), her topu kullanabileceği başka bir takım bulması zor, demişti. Daha sonraları ise, Bosh, gideceği takıma ‘ekleme(addition)’ olarak değil ,takımın merkezindeki oyuncu olmak için gideceğini söylemişti. Birkaç hafta sonra da arkadaş, Wade ve LeBron’un takım arkadaşı oldu, kendi isteğiyle. Şimdi merak ediyorum ve kendisine acileten sormak istiyorum: Acaba o çok şişkin egonuzu burada nasıl tatmin edeceksiniz ve hakikaten burada merkez olacağınızı mı düşünüyorsunuz? Ben cevaplayayım mesela;Bosh’un olabileceği en fazla ilçe merkezidir. Garnett Boston’a giderken kanatlarda Pierce ve Allen’ın olduğunu biliyordu, ve kanatlarda bu kadar iyi olan takımda onlara sürekli perde yapmak, onların hareketlerini takip etmek zorunda olduğunu biliyordu, ve hiç gocunmadan tam bir basketbol emekçisi gibi, her pozisyonda perdeye gitti, savaştı didindi. Minnesota’da da aynı şekilde her top için canla başla didindi. Peki şimdiki Bosh, kariyerinin hiçbir döneminde hamallık yapmamış, takımı kötü gittiğinde takım arkadaşlarını kendinden ayıran süpernova yıldız oyuncular gibi demeçler varmiş bu arkadaş, Lebron ve Wade’in hamallığını hakikaten başarabileceğine inanıyor mu? Neyse, bu hususlara daha çokça gireriz, biz ‘biz’e gelelim. Kanatlarında Wade ve Lebron’u bulunduran Miami’yi görünce, bu yaz liginden kanatlara takviye yapabilir miyiz diye de sahada oldu gözlerimiz. Bir Messi ve Robbenimiz yok belki, ama kanat organizasyonlarımız ligin dilinde. Ama, ne yazık ki buradan da ekmek yok gibiydi. Bu pozisyonda, Jr.Ewing, Donell Taylor ve ikinci tur seçimimiz Stanley Robinson’u denedik ağırlıklı olarak. Adamakıllı hücumlarımızı genelde Taylor’un üzerinden oynadık, yalan yok, başarılıydı da arkadaş. Ama Magic sisteminin içinde ne kadar işe yarayabilir, pek emin değilim. Jr.Ewing’in ise iyi bir kontrata, tribüne, güzel kızlara, Türkbükünde bir yaz tatiline oynadığı açıktı; açıkçası, yemezler Ewing. Stanley Robinson’a gelecek olursak,ikinci turda tarafımızdan seçilmesinden dolayı, reklamı bol döndü Sentinel sayfalarında. Şimdi Sentinel’i okuyup da bu maçları izlememişseniz, sakın aldanmayın derim o yazılan çizilenlere. Robinson’un seneye Magic kadrosunda olması için sağlam bir Florida senatör torpili olması gerekiyor gibi.

Gundy pek çaktırmadı belki ama, tahminim o da benim gibi en çok pota altı oyuncularına dikkat kesildi. Bu pozisyonda bu sene burdan sağlam eli yüzü düzgün bir adam çıkarırsak Gortat’ı rahatça takas edebiliriz düşüncesi vardı aklımızda. İlk hamlemiz drafttan Orton’u seçmek oldu ilk turda. İlk maçın ilk dakiklarıyla birlikte merak kendini karamsarlığa bıraktı. Orton da ne yazık ki ilk turda seçildiği için Magic forması giyecek gibi. Pozisyon bilgisi, mücadelesi, rebound sezgisi, takipçiliği arkasında oynatılan Jeff Adrien’in çok çok gerisinde kaldı. Öyle ki, yirimişer dakika süre aldığı iki maçta sıfır ribaundla bitirdi maçı, son maçlara doğru bench’i ısıtmak durumunda kaldı. 24 yaşındaki Adrien ise oynadığımız 5 maçın dördünde görev aldı ve mücadelesiyle, gözü pekliğiyle Nba’de sadece savunmalarıyla kontrat alan, Amir Johnson gibi adamlar kadar olabileceğini de gösterdi. Tek dezavantajı pozisyonu için birazcık kısa olması; ama yüreği büyük bir akadaş Adrien. Hatta bir tane de “double double”ı var bu yaz. Takımımız adına bu yaz liginin en önemli adamı, kuşkusuz ismi ve reklamıyla değil, sahadaki gayreti ve oyunuyla Paul Davis’ti. Clippers ve Wizards’ta harcanan 26 yaşındaki bu arkadaş, sahada basketbol oynamayı en iyi bilen kişi olarak gözüktü. Zor gözükse de denenmesinde zarar olmaz diye düşünüyorum, en azından 15 kişilik kadroda olması gerekir sanki. Tabi, bizim istediğimiz, Howard kenardayken, onun rakiplerine uyguladığı yıpratıcılığı verebilir mi; zaten düğüm de gelip burada kördüğüm oluyor. Bakalım uzun tercihimiz nasıl olacak bu düşüncelerden sonra? Şimdi Las Vegas’ta başladılar bir de bu maçlara. Takip etmesi, sıkılmadan izlemesi hakikaten zor, hatta vuvuzela dinlemek daha katlanılır, ama; dünya gözlerini meşin yuvarlakan ayıramıyorken, biz çobansalata olarak rahmetli Naismith’in hatrına Amerika semalarında gezinmeyi sürdürüyoruz.

(Not: Bu da güzel bir not,okuyalım;Gundy baba için boşuna adam demiyoruz: http://blogs.orlandosentinel.com/sports_magic/2010/07/stan-van-gundy-will-not-watch-lebron-james-espn-announcement-special.html )

POLONYANIN SUYU

Haziran 30, 2010, 10:00 am | Almanya, Futbol, Grass, Polonya, tolga kategorisinde yayınlandı | 3 Yorum

Daha ikinci yazımdan su koyverdim gibi; futbol yazmak hiç aklımda yoktu ama, fırsat var madem, ufaktan bir laf açayım.

70-80 yıl önce dünyanın gelmiş geçmiş en sistemli soykırımlarından biri yaşandı Almanya’da. Milyonlarca insan yakıldı, boğuldu, katledildi. Nice insan soykırım laboratuvarlarında ciğerlerine kadar parçalandı. Alman ırkı o günlerde, topraklarında başka bir ırkın yaşamasına tahammül edemedi. İşte o Almanya, bu gün futbolunu; dünyabaşı yapmak, uluslarası listelerde tepeye taşımak için topraklarında doğmamış çocuklara emanet ediyor. Yani 40-50 yıl ülkesinde hakir gördüğü insanların çocuklarından başka bir sömürdüğü kıta olan Afrika’da, ülkesinin bayrağını dalgalandırmak için faydalanıyor, başarı bekliyor. Sadece Almanya değil, birçok Avrupa ülkesinde aynı dramatik ve ironik ortam mevcut. Sözü Polonyalılara getirmek istediğimden bu derin konuyu ayrıca, başka bir yazıda uzun uzadıya tartışmak üzere kenara alıyorum. Şimdi dağılmadan devam edelim. İşte o Almanya, bu gün, Afrika’da Çeyrek final oynayacak; o maç öncesi İngiltere’yi perişan ederken iki adama özellikle duacılar: Podolski ve Klose. Bu iki adamın dünyaya geldikleri hastaneler (en azından hastanede doğduklarını umuyoruz:Opole ve Gliwice Devlet hastaneleri) Almanya topraklarında, ilhakında değil. Yani ari ırktan değil bu iki Alman! Belki 3-4 yıl içinde başka Polonyalıları da göreceğiz Alman milli takımında. Bendeki de şans işte, geldi yazıma meze baharat oldu: mesela yakın zamanda bir haber duymuştum, tanımam etmem ama haberin niteliği açısından ilgimi çekmişti futbolcu: Mainz’da Polanski adında Polonyalı bir futbolcu Polonya milli takımı hocası tarafından oynatılmak isteniyor fakat bu genç çocuk Alman milli takımında oynamak istediğinden bu daveti geri çeviriyor. Google’da şöyle basit bir araştırma da yapınca Almanya’da birçok Polonyalı gencin top peşinde koşturduğunu görüyoruz. Futbolu çok takip edemediğimden kısıtlı bilgi verebiliyorum, affola; ancak böyle bir gerçek sabit.

Peki Almanya’da birden mi çiçekleniverdi bu Polonya sevdası? Hayır gibi duruyor cevap. Futbolla alakasız belki ama, büyük Alman romancısı Günter Grass’ın ‘Yüzyılım(Mein Jahrhundert)’ adlı romanında bu konuyla ilgili birkaç ifadeye rastlıyoruz: Almanya’da ulusal anlamda ilk mücadele 1902 yılına tesadüf eder; turnuva şeklinde olur şampiyonluk mücadelesi. 7 bölge/eyalet birincisi belirlenir, işin enteresan yanı, bu eyalet birincilerinin hepsi turnuvaya dahil edilmez. Daha enteresanı turnuvaya hiç alakası olmayan, bir tane bile maç yapmadan gelmiş, Prag dahil edilir, Avusturya-Macaristan kontenjanından. Praglılar olağanüstü uyanık çıkarlar, gerçi söylentidir tabi ancak, Karlsruher FV ekibiyle oynayacakları hem çeyrek hem de yarı final sayılan maçlarını Münih’ten Saksonya şehri, Napolyon’un tarihten silindiği şehir Leipzig’e alırlar, daha sonra da Karlsruher FV yöneticilerine maçın iptal edildiğine dair bir telgraf atarlar. Karlsruher maça çıkmaz ve Alman futbol federasyonu maçı Prag’a verir. Kanıtlanmamışsa da böyle olduğu kesin gibidir. Finalde Prag’ın rakibi ise o zamanların multiyetenek,her işten çakan “Herr” Behr’li Altonaer(şimdiki Werder Bremen)’ine 6 tane atan Leipzigtir. “Pantekot yortusu (Pfingsten) günü saat dörtbuçuğu biraz gece final maçı başladı,” diyor o dönemi yaşamış gibi anlatan Grass. Maç başlamadan enteresanlıklar başlar; orta noktaya konması için top bulamazlar. Onun öncesinde ise takımlar topsuz ısınmışlardır. Maçta olanları ise hikayeleştirilmiş şekilde şöyle anlatıyor Grass:

Sonunda top orta çizgiye konduğunda büyük bir tezahürat oldu. Oyuna başlayan,rüzgarı ve güneşi arkasına alan rakibimizdi. Hemen kalemize kadar sokuldular, sol taraftan yaptıkları ortayı, ağaç gibi uzun kalecimiz Raydt zorlukla çeldi, böylece Leipzig’i daha başlangıçta yenik duruma düşürmekten kurtardı. Sonraları karşı koymaya başladık ama sağ taraftan paslarla bizi sıkıştırıyorlardı. Daha sonra ceza sahamızdaki bir karambolda Praglılar gole kavuştu. Pick adlı iyi bir kalecileri olan Pragla ancak zorlu hücumlardan sonra birinci devre bitmeden beraberliği sağlayabildik. Kaleleri değiştikten sonra tutulacak gibi değildik. Friedrich’in ikinci golü ve Stany gol yağmurundan önceki ilk gölünü attıktan sonra, beş dakika içinde Stany ve Riso üç gol daha attılar. Her ne kadar Praglılar hatalı pasımızdan yararlanarak bir gol daha attılarsa da, -tabiri caizse- iş bitirilmişti ve tezahürat çok büyüktü. Stany’ye sert fauller yapan çok çalışkan orta saha oyuncusu Robitsek bile bizim oyuncuları durduramadı. Herr Behr sportmenliğe uymayan Robi’yi sertçe uyardı (Altonearlı futbolcu,ayrıca maçın organizatörü ve hakemi olur,ancak bu maçtan kazandıkları harcadıklarının gerisinde kalır ve zarar eder). Bitiş düdüğünden hemen önce Riso yedinci golümüzü attı.

Grass’ın bahsettiği Stany denen adam Polonya kökenliydi,ve lakabı “iş bitirici”ydi, bugünkü Klose gibi. Bakın tüm bunlardan sonra Grass kitabında Polonyalılar hakkında ne diyor:

…bizim kısaca Stany dediğimiz Bruno Stanischewski, Polonya kökenli futbolcuların zaman içinde alman futbolu için neler yaptıklarını daha o zaman göstermiş oldu.
Fritz Szepan’ı ve onun kayınbiraderi Ernst Kuzzora’yı, yani Schalke’li iki as’la, Schalke’nin büyük zaferlerini yaşadığım için hiç çekinmeden diyebilirim ki, Altona’nın şampiyonluğundan sonra alman futbolu hep ileri gitmiş ve bunda almanlaştırılan Polonyalıların oyun şevki ve golcülükleriyle katkıları olmuştur.

Bu gün, taa 100 yıl sonra bile Polonyalılar şevkleri ve golcülükleriyle Alman futbolunu ileriye taşıyorlar. En halisane duygularımızla bize de; ‘doğduğun değil,doyduğun yer…’ demek düşüyor.

Sobalı Oda, Cenk Hocam, Blog ve Magic Üzerine Kısa Değinmeler

Haziran 26, 2010, 7:00 pm | Blog, NBA, Orlando Magic, tolga kategorisinde yayınlandı | 3 Yorum
“Gece saat iki suları… Soğuk odamda, zor bela ısıttığım yatağımın içinde dönüp duruyorum, saat üçteki maçı izlemek için beklerken. Portland ekibine Jailblazers denen günler işte. Sheed’in maç sonrası hakem yolu kestiği dönemler… Kings’le karşılaşacaklar. Sanırım, basketbolcuların ısınmaya çıktığı saatlerde ben de sıkıntıdan alev topuna döndüm yatağımın içinde. 2.45’e ayarlı, pembe plastik çeperli, o plastikten de fırlayıp duran gövdesiyle uyduruk saatimin, o uyuz alarm sesiyle, bir an önce seslenmesini istiyorum. Seslensin çalsın ama duyar duymaz sesi, saati kapıp alarmı durdurayım istiyorum ayrıca.(O saatlerin güzel de anıları olur: İşte, bir tanesi: Mesela, saat ikikırkbeşe ayarlayacağız alarmı,saat üzerindeki kırmızı göstergeyi 2 ile 3 arasında bir yere kondururuz, tabi 3’e biraz daha yakın olur. 15-20 gün istediğin saatelerde uyandırır seni, ama 1-2 ay sonra, saati de kendimize benzetiriz, o Çin işi saat yarım saat bir saat geç çalmaya başlar, zaten bizaman sonra da iyice gevşer, bırakır çalmayı.) Daha ortaokul-lise öğrencisiyiz tabi. Ana-babamızdan izinsiz gece gece kalkıp maçlar izliyoruz; bir yandan da o gizlice iş yapmanın tatlı bir heyecanı var. Annem mesela, gece maç izlediğimi anladığı an, bağırtı çağırtı kopara kopar gelir odasından. Her türlüsünden nasihat eder sakinleştiği anlarda. Baktı ikna edemeyecek, söylene söylene yatağına yurduna döner. İşte bunlar geçiyor kafamdan, bunun sıkıntısıyla yatağımın içinde iki saattir uyanığım.

Televizyon sobalı odada, benim odam ise hemen yanında; tek avantajım da bu, ana-babamın odası nispeten uzak. Hafiften uykuya dalıyorum. Saatin cırlamasıyla birlikte yataktan kolumu fırlatıp tek hamleyle saati etkisiz hale getiriyorum, şöyle etrafa kulak kesiliyorum, duyan uyanan yok. Saat üçonbeş olmuş bu arada, yine kelek yaptı aksi saat. Yorganı sıyırdığım gibi üzerimden, buz gibi bir soğuk titretiyor vücudumu, ama basketbol aşkı işte, okul olsa yarım saatte kalkamam o yataktan… Ayak parmaklarımın üzerinde sobalı odaya doğru yol alıyorum. Ama asıl zor görev şimdi geliyor: Kapı… Sobalı odanın bir kapısı var ki, maaşallah, hiçbir padişaha nasip olmamış, her açılıp kapanmasında apartman sallanıyor, dünya yıkılıp yeniden kuruluyor. Sobalı odanın kapısını ustalıkla kimseleri uyandırmadan kapatmam, abartmıyorum, 40-60 saniyemi alıyor; yani altı üstü bir kapı kapatması değil işte. Ev halkını uyandırmadan görevimi başarıyla tamamlamanın gururuyla sobalı odada gol sevinci yaşıyorum. O kadar seviniyorum ki, bağırmadan sesim kısılıyor, gözlerim doluyor.Soba hala nar gibi. Beko marka televizyonun metal açma tuşuna basıyorum, almıyor ilkinde, bir daha yediriyorum.Yatarken kanalı ayarlamıştım; açtığım gibi Rose Garden’ın parkelerinin parıltısı vuruyor gözüme. Seriliyorum yere. Çekyatların birinden kaptığım kırlenti alıyorum başımın altına. Ve uzun geceler başlıyor.”

Biliyorsunuzdur, Cenk ağabeyimizi, hocamızı, yaklaşık birbuçuk ay sonra askere uğurlayacağız, asker yolu gözleyeceğiz sonrasında. Kuşkusuz, bu kısa süreli ayrılış başta yakınları sonrasında da tanıdıkları açısından zor olacak (Cenk hocamla bir kez olsun yüz yüze gelmişliğimiz yok; not olsun bu da).Onun yazılarının verdiği tattan keyiften yoksun kalacağız bir süreliğine, kuşkusuz yanındakiler, yakınıdakiler ise muhabbetinden.Özhan hocam ve Volkan kardeşim blog için büyük çaba harcamışlardır, harcayacaklardır. Onların üzerindeki yük bir kat daha ağırlaşacak bu kısa ayrılışta. Ama Cenk hocamın, ağabeyimin yeri bende çok farklıdır. Daha yüz yüze gelip de iki kelam etmememe rağmen; yazdıklarına hesapsızca serptiği hüzün, kırgınlık, sevinç, hayal kırıklığı, aşk bana samimi gelmiştir, o yüzden Cenk hocam en başta insan olarak çok değerlidir benim için. İşte bu kısadönemde (335. kısadönem), sağolsunlar, Cenk ve Özhan ağbilerimin anlayışı ve onayıyla, blogda oluşması muhtemel basketbol açığını kendimce elimden geldiğince doldurmaya çalışacağım. İnşallah ağabeylerimi, hocalarımı utandırmam. Magic ağırlıklı basketbol olacak önceliğim doğal olarak. Bunun dışında beceribilirsek ordan burdan havadan sudan da yazarız. Ama baştan da belirteyim; çalışan eden bir insan olduğum için de ortadan kaybolmalar olabilir, bunlar da biline.
Yukarıdaki satırları da işte,basketbola nasıl bağlılık duyduğumu gösterme açısından yazdım. Çağlar boyu felsefede, mistisizmde, türkülerde, romanlarda, şiirler ve destanlarda aşk çok tartışıldı. Allah’a olan aşk, böceğe olan aşk, kadına-erkeğe olan aşk… Bizimkisi de böyle garip bir aşk işte. Uzatıyorum, farkındayım, ilk yazı bir de, yoksa uzatacak değildim. Magic hakkında genel görüşümün ne olduğunun bilinmesi açısından şöyle ufaktan bir giriş yapıp yazıyı bitireceğim. Magic için yazmaya başlarken, bir kördüğüm hali mevcutken başlıyorum. Hep beraber göreceğiz önümüzdeki dönemde;Magic bu kördüğümü hiçbir şeye zarar vermeden mi çözecek, yoksa Smith eline makası alıp bağları paramparça edip mi çözecek? Geçtiğimiz yaza girerken ayağımızda şık bir ayakkabı vardı, ancak sezona başlarken daha iyisi olduğunu düşündüğümüz bir üst modelini alıp denedik, bir baktık ki kördüğüm atmışız; daha doğrusu Smith biraderimiz atmış. Smith, anlaşılan o 2000’lerin ortalarındaki cesur ve akkılıca hamlelerinin ardından, ortodoks/muhafazakar bir girişime bulaşayım dedi, nedenini hala öğrenemediğimiz şekilde. Ancak bu skolastik düşünce, artık dünya basketbolunda çok gerilerde kaldı. Dünya Amerika’nın bir zamanlar yazdığı mukaddes basketbol kitaplarına, inançlarına iman etmiyor; başka bir yola daldı basketbol. Smith ise, belki de en kritik karar aşamasını başarısızlıkla, kolaycılığa kaçarak geçti. Carter hamlesinde ,düstur edindiği ‘kaz gelen yerden tavuk esirgenmez’ ilkesi basketbolun bu aydınlanma döneminde elbette geçersiz kalacaktı ve kaldı da. Artık, tavuklar da birer canlı, yaşayan olduklarını hatırladılar ve kazlara pabuç bırakmıyorlar. Anlayacağınız, Smith bu kümes işinden anlamıyor. Smith’in bu hamlesine benzer hamleler yapan bir çok yönetici gördük, futbolda da mevcut böyle adamlar. Şimdi, bu adamlar böyle yaptıkça, aklıma hep şu gelir: 10-15 sene öncesine kadar evlerimizde uydu yokken, daha doğrusu digiler, smartlar, zartlar, zurtlar yokken, televizyonda kanal sıralaması yapacağımız sıra bire trt, ikiye atv, üçe show, dörde kanal d, beşe star koyardık. Tamamen kalıp bir hareketti o zamanlar, su içmek, araç kullanmak gibi birşey işte: doğal refleks. Ama yöneticilik kuşkusuz bu değil; artık discoveryler, sinema kanalları ve daha onlarca daha nitelikli tv kanalları var. Onların ayırdına varmak gerekir. Neyse, Smith işte böyle bir adam. Zamanında çok sevindirdi bizi, şu sıralar üzmekte. Olsun, yine de buralarda bi işi düşsün; ssk, bağkur, oto alım-satım, uğraşır görürüz işini…
Bundan sonra, inşallah, Cenk hocamızın askerde olduğu dönemde bunların dedikodusunu yapacağız vakit buldukça. Saygılarımla… (Not:Ben de 331.kısa dönem askerlik yaptığımdan geçtiğimiz sezonun % 90’ını kaçırdım,o yüzden yargıda bulunmakta zorlanıyorum, affola.)

Salata’ya Yeni Şef

Haziran 26, 2010, 10:30 am | Blog, tolga kategorisinde yayınlandı | 3 Yorum

Çoban Salata ailesi olarak 2. yaşımızı bitirdikten kısa bir süre sonra yeni bir şef daha katıyoruz bünyemize. Aslında Çoban Salata’yı özellikle Orlando Magic ve NBA yazılarını takip edenler yeni şefimiz tolga’ya pek yabancı değiller. Onun yorumlarını virgülüne dokunmadan gönderi yapacak kadar değer veriyorduk kendisine. Hayırlısıyla askerliğini yapıp geldikten sonra biz de teklifimizi yaptık kendisine o da kırmadı, kadromuza katıldı. tolga’nın salataları genelde NBA ve Orlando Magic soslu olacak. Katacağı farklı tatlar ve eşsiz yorumuyla salatayı daha da güzelleştirecek kendisi.

Kocaman bir hoşgeldin sana tolga. Yazılarını heyecanla bekliyoruz, zevkle okuyacağımızdan ise kuşkumuz yok.

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.
Entries ve yorumlar feeds.